KIZILDENİZ’DE TUFAN VE İBRAHİM BİN EDHEM HAZRETLERİ’NİN YARDIMA GELİŞİ!

…Aradan iki gün geçmişti ki, şiddetli bir fırtına ve boraya maruz kalmıştık. Cenâb-ı Allah, denizin düşmanı olan, öyle bir lodos yeli vermişti ki, deniz coşmuş, dalgalar, İskenderiye gemisinin üstüne dağ gibi geliyordu…

Lodosun şiddetle estiği fırtınalı günde, bir dalga gidip bir dalga geliyordu. Sanki Dante’nin küf tutmuş cehennem kıyılarına benziyordu manzara…

Kara bulutlar gökyüzünü doldurmuş, göğün gürlediği, şimşeklerin çaktığı ve aynı zamanda bardaktan boşanırcasına yağmurun yağdığı bir hengâmenin ortasındaydık…

Aman ya Rabbim!

Gemide büyük bir heyecan, telaş ve korku vardı. Öyle ki, denizde bulunan mahlûkat dahi alabora olmuş ve şaşkın bir vaziyete düşmüşlerdi. Gökyüzü müthiş kararmış, etraf gündüz mü gece mi fark edilemiyordu. Yolcular ve gemi çalışanları bu halden çok dehşete kapılıp korku ve telaşa düşmüşlerdi…

…İskenderiye gemimiz sulara gömülmeye başladı. Her taraf ana baba günüydü, feryad-u figanlar, ah-u zarlar her tarafı inletiyordu. Herkes bir şeylere tutunmuştu.
Bizler de birbirimize çok yakın duruyorduk…
Fırtınanın şiddeti gittikçe artmış, durmadan şimşekler çakıyor ve bir yandan da bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Tam bu hengâmenin ortasındayken gemimizin direkleri kırıldı ve gemi birçok yerinden parçalanarak battı…

Sisler dağılmış, fırtına uzaklaşmış ve rüzgâr susmuştu… Zaman su gibi akıp gidiyor, günler bir bir geçiyordu…
Kendi hikâyemin içinde kaybolmuş gibiydim. Kızıldeniz her zaman bana hüznü hatırlatacaktı. Benim için Kızıldeniz, yalnızlığın, çaresizliğin, kaybetmenin adıydı…

Günlerdir denizde bir kütüğün üzerinde salınıyordum. Açlıktan ve susuzluktan karnım sırtıma yapışmıştı. Tahammülüm durdu. Artık yaşamdan, kurtulmadan umudumu kesmiş, yorgun, bitkin ve uykusuz bir haldeydim dostlarım.

Az sonra kulağıma bazı sesler gelmeye başlayınca, açlık ve susuzluktan, aşırı yorgunluk ve mecalsizlikten kapalı olan gözlerimi açtım. Bana doğru, tahtalara ve kütüklere tutunmuş bazı kimseler yaklaşıyordu. İyice yaklaştıklarında bu kimselerin, İbrahim bin Edhem (kuddise
sirruhu) ve yol arkadaşları, Davud-u Tai, Sırri Sakati, Abdülhakim-i Horasani ve gemiden kurtulan üç kimse daha olduklarını görünce bana bir güç bir enerji, bir manevi
kuvvet gelmiş, sevincimden ne yapacağımı bilmez hale gelmiştim. Benimle beraber toplam sekiz kişi batmaktan kurtulmuştu, elhamdülillah. İbrahim bin Edhem (kuddise sirruhu) Hazretleri, yanıma yaklaştı ve pür telaş hemen su kırbasını bana uzatarak:

“Ey bu yolun sadık yolcusu evladım, al bu suyu iç,” dedikten sonra hikmeti nedir bilinmez:

“Ah güzel evladım, aşka ve zafere giden yol, ızdırap ve çileden geçer. Yusuf’unu arayan kaç Yakup görecek, Yusuf’un kokusunu teneffüs eden doğruca aşk vadisine ayak basar,” dedi.

Suyu içtikten sonra, mübarek elleriyle ıslak bir parça ekmek verdi. Bu onların son ekmeği idi…
Dedim ki:
“Ey efendim! Hastayım, devam edecek hiç mecalim kalmadı, dergâh-ı bârigâh-ı ehadiyyete el açıp dua eder misiniz? Umulur ki, duanız ve himmetinizin bereketiyle Cenâb-ı Allah beni bağışlar, merhamet eder de yolumu açar.”
İbrahim bin Edhem (kuddise sirruhu) Hazretleri bana üzüldü ve mübarek ellerini kaldırıp sıra ile evliyaullahın büyüklerinin isimlerini ayrı ayrı sayarak, Cenâb-ı Allah’a dua ve niyazda bulundu…

SULTANLARIN SERENADI MECELLE KİTABINDAN

Arif AKDAŞ